Rüya şehir… Kendimi asla yabancı hissetmediğim, hatta kendimi bulduğum şehir… Siz de bu büyülü şehrin ritmine kapılıp gitmek ister misiniz? Londra’yı gezmeye gelecekseniz mümkünse yaz mevsiminde gelin. Lakin sonbaharın o asi rüzgarında benim gibi üşütüp hasta olabilirsiniz. Yanınızda da mutlaka şemsiye bulundurun. Hava açık ve güneşliyken biranda bulutlanıp yağmur yağabiliyor çünkü. Bu güzel şehre dört mevsimde de gelmiş biri olarak tecrübe konuşuyor diyorum. Peki Londra’ya geldiniz ama nerede ne var? Nereleri gezmek lazım? diye düşünüyorsunuz. O zaman Londra’yı gezmeye başlayalım. Olmazsa olmaz Buckingham Sarayı’ndan başlayalım gezimize. Saray Victoria’da bulunuyor. Şehirlerarası otobüs terminaline çok yakın. Eğer şehir dışından geliyorsanız gezinizin ilk durağı olması çok mantıklı. Pekçok tur da buradan başlıyor zaten gezmelerine. Saray tüm ihtişamıyla karşılıyor sizi. Parıl parıl parlıyor karşınızda. Etkilenmemek elde değil. Şehrin tarihi dokusunun da dikkatleri çekmesi cabası. Sarayın tam karşısında upuzun yürüyüş yolu, sabah koşuya çıkmış insanlar, arabalar, sahipleriyle gezintiye çıkmış köpekler cıvıl cıvıl bir görüntü oluşturuyor. Aynı zamanda St. James parkına gitmek için bir yol daha bulunuyor hemen yan tarafta. Zamanınız varsa o yoldan da ayrıca gidebilirsiniz. Biz St. James parkını değil de diğer yolu tercih ediyoruz. Hem sabah yürüyüşümüzü yapıyoruz hem de çevreyi meraklı gözlerle inceliyoruz. Bir sonraki durak Piccadily Circus. Burası Londra’nın meşhur kavşağıdır. Sürekli işlek ve ışıl ışıldır. İlk önce karşımıza Londra’nın simgelerinden biri olan Eros heykeli çıkıyor. Piccadily Metro Station’ın hemen dibi. Fotoğraf çekilmeden yolculuğumuza devam etmek olmaz. Hemen arka tarafında cadde üzerinde Simit sarayı var. Türk lezzetlerinden vazgeçmeyiz diyorsanız güzel bir kahvaltı yapmanızı öneririm. İçeride çalışanlar Türk. Dil sıkıntısı da çekmiyorsunuz. Dilerseniz bir yerden bir yere gitmek için metroyu kullanabiliyorsunuz. Ulaşım her yere çok rahat. Ama biz aralarda kalan yerleri de kaçırmamak için yürüyoruz. Dükkanları geze geze devam ediyoruz yola. Sağa mı gideceğim sola mı kaygısı yaşamanız çok düşük ihtimal Londra’da. Çünkü yollarda adım başı haritalar bulunuyor ve yönünüzü bulmaya yardımcı oluyor. Devam ederken solda China Town değişik baharat kokularıyla hemen farkettiriyor kendini bize. Biran için Çin’e gelmiş gibi oluyorsunuz sokağın değişik mimarisiyle. Koku beni rahatsız ettiği için hiç yemek yeme isteği duymadım ve sadece fotoğraf çekilmekle yetinip devam ettim yoluma. Ama değişik tatlar denemek istiyorsanız içerideki herhangi bir restoranda oturup yemek yiyebilirsiniz. Seçim size kalmış.Hemen çok az ötede en sevdiğim mağaza çıkıyor karşımıza. M’M’s London J Tatlıyla pek aram olmamasına rağmen bayılıyorum buradak çikolatalara. 5 katlı rengarenk çikolata kokulu mağazada kendinizi kaybediyorsunuz. Genelde alışveriş yapmadan da çıkmıyorsunuz. Mutlu bir şekilde ayrılıyorsunuz mağazadan.Devam ediyoruz yürümeye.. Yürürken sokak gösterileri eksik olmuyor çevrenizde. Şimdiki durak Covent Garden. Burası çiçek, meyve, sebze pazarı. Her çeşit ürün bulabilirsiniz. Fakat fiyat açısından oldukça pahalı. Meşhur olmasından dolayı herkesin bir girip bakındığı bir pazar. Alışveriş yapmak size kalmış. Fazla vakit kaybetmeden devam ediyoruz. Sağa sola bakınarak giderken karşınıza müthiş bir meydan çıkıyor; Trafalga Square. National Gallery’nin de burada bulunduğu meydan Londra’nın meşhur meydanlarından. Çevreyi gözlemlerken bir yandan da çalan müzik bizi ayrı bir kıvama getiriyor. Sokak sanatçıları her yerde. Müzik evrensel. Herkes mutlu. Biraz dinlenmek isterseniz burada merdivenlerde oturan gençlere ayak uydurabilirsiniz. Ya da havuz kenarında hem fotoğraf çekilip hem de dinlenebilirsiniz. Yorulmadım henüz derseniz de hemen National Gallery’ye girip müze gezinize başlayabilirsiniz. Eğer gerçek bir tarihsever iseniz bu müzeye bayılacaksınız. İçeride binlerce tablodan oluşan güzel bir koleksiyon var. Müzeye giriş ücretsiz. Londra’nın en güzel yanlarından biri de çoğu müzenin ücretsiz olması.Müzeden çıkıp devam ediyoruz turumuza. Meşhur Big Ben’i görmek için sabırsızlanıyoruz. Eğer haftasonu gittiyseniz kalabalık yüzünden yürümek biraz zor. Ama bir o kadar keyifli. Yaklaşık 10 dakikalık yürüyüşün ardından karşımıza o meşhur Big Ben yanında da Westminster Sarayı ya da diğer adıyla parlamento binası çıkıyor. Hep televizyonlarda fotoğraflarda gördüğümüz Big Ben canlı canlı daha bir güzel görünüyor gözümüze. İşte şimdi gerçekten Londra’da olduğumuzu anlıyoruz. Biraz durup çevreye bakıyoruz. Bir tarafta Big Ben, diğer tarafta London Eye, ortada onları ayıran dev Thames nehri, üzerindeki köprüden geçen kırmızı iki katlı otobüsler, meşhur taksileri, yolun kenarında meşhur telefon kulübesi. O kadar güzel bir ambians ki bir süre öylece durup seyretmek ve o huzuru dinlemek istiyorsunuz. Saat tam 12:00’de oradaymışız. Bir anda çan sesleri yükselmeye başlıyor Big Ben’den. Öğrendiğim kadarıyla bu ses 14 km uzaklıktan bile duyulabiliyormuş. Biraz bakındıktan ve fotoğraf faslından sonra devam ediyoruz. Biraz da oturduğumuz yerden görelim bu güzellikleri diyoruz ve bot turu yapmaya karar veriyoruz. Yaklaşık 1,5 saat süren bir yolculuk bu. Nehrin belli noktalarından hareket ediyor bu bot. Geride kaldı artık binemeyiz diye üzülmeyin yani. İleride yine binme imkanınız var. Mutlaka yapmanız gereken bir aktivite bence. Londra’nın o eşsiz güzelliğine kapılıp gidiyorsunuz adeta. Greenwich son durak. 0 meridyen noktasına kadar gelip, fotoğraf çekilip biraz seyir yaptıktan sonra başladığınız yere geri dönüyorsunuz. Evler, binalar, yapılar, köprüler, meşhur Tower Bridge, London eye ve daha niceleri. Hepsi birbirinden güzel ve etkileyici. Köprünün üzerinde o kalabalığı yarıp yürümeye devam ediyoruz. Bu arada hava bulutlandı bile. Thames nehrinin üzerinden geçip bir de nehrin diğer tarafından Londra’yı görelim istiyoruz. Nehir kenarı boyunca çok güzel mekanlar keşfediyoruz burada. İlk mekan şirin mi şirin bir hediyelik eşya dükkanı. Daha çok çizgi film karakterlerinin kırtasiye malzemeleri, peluş oyuncakları vs var. İçerisi cıvıl cıvıl mutlaka bir uğrayın derim. London Eye’a doğru yürüyoruz. Yaklaştıkça bu kadar devasa olduğuna inanamıyoruz. Uzaktan bakınca içine 5-6 kişi girebilecekmiş gibi görünürken yakınlaşınca rahat bir 15-20 kişinin girebileceğini görüyoruz. Tam 32 kabin var ve çok yavaş hareket ediyor. Yukarıdaki manzarayı gördüğünüzde bindiğimize değdi diyebileceğiniz harika bir eser. Tüm Londra ayaklarımızın altında. Bol bol fotoğraf çekilebiliriz şimdi. Yeterince vaktimiz var. İstersek de kabinin içinde ortada bulunan bankta dinlenebiliriz. Turumuz yarım saat civarı sürüyor. Biraz daha etkilendikten sonra London Eye’a kafamızı kaldırıp tekrar bir bakıyoruz ve devam ediyoruz gezimize. Sol tarafımızda Thames nehri, yol boyunca sokak sanatçıları sağda kafeteryalar, restoranlar, müzeler vs. İzlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Bir yandan da yorulmuşuz tabi. Dinlenmek istiyoruz. Restoranlardan birinde bir şeyler yemeye karar veriyoruz ve gözümüze çarpan ilk yere giriyoruz. Karnımızı doyurup yeniden güç topluyoruz. Vakit kaybetmeden yola koyuluyoruz. Uzunca bir yürüyüşün ardından karşımıza Tower Bridge çıkıyor. Hani Londra denince Big Ben’den sonra ilk akla gelen simgelerden diğeri. Hemen çıkıyoruz köprüye. Yolun karşısına doğru yürüyoruz. Bu bizi tatmin etmeye yeterli. Eğer biraz daha yukarıdan göreyim manzarayı diyorsanız seyir kulesine çıkıp izleyebiliyorsunuz. Ama biz hem vakit hem nakit kaybı diye istemiyoruz. Eğer sizin vaktiniz kalırsa bir çıkıp bakın derim. London Eye’daki kadar olmasa da güzel bir manzara olduğu kesin. Artık geri dönüş vakti. Yola devam ediyoruz ama en önemli yerleri gördük zaten. İleride pek bir şey yok. Yürüdüğümüz tüm yolu tekrar geri gelmek biraz işkence gibi görünse de sohbet muhabbet eşliğinde çabuk geçiyor. Bir de belki tekrar uzun bir süre burayı göremeyecek olmamızdan iyice tadını çıkarmak istiyoruz. Big Ben’e kadar yürüyoruz. Big Ben ile Tower Bridge arası yürüyüşümüz toplam üç dört saat sürüyor. Göreceğimiz hemen her yeri gördü. St. James parkında bir kahve molası vermeye karar veriyoruz. Yürüme mesafesi bulunduğumuz yerden on dakika civarı. Big Ben’den Victoria’ya doğru yürürken yol üzerinde levhasını görüyorsunuz zaten. Hava da soğuk olduğundan kapalı bir yerde kahve içmek iyi gelecektir diye düşünüyoruz. St. James parkının içinde güzel bir kafeterya var. İçeri girip kahvemizi alıp bir güzel muhabbete dalıyoruz.Biz çok yorulduk artık eve dönmek istiyoruz. Victoria Station’dan eve doğru koyuluyoruz. Daha sonra da Madame Tussauds için gelmeye karar veriyoruz. Daha önce geldik ve çok beğenmiştik. O yüzden kısaca bahsedeyim. Mutlaka ama mutlaka gitmeniz gereken bir yer. İçinde bölüm bölüm farklı etkinlikler var. Sadece ünlülerin balmumu heykellerini görmekle kalmıyorsunuz yani. Paparazzilerin patlayan flaşlarıyla açılışı yapıp korku tünelinden korkarak çıkmanızı ve o atmosferi yaşamanızı istiyorum. British Museum’da tarihi koklayıp, Harrods’ta alışverişin keyfine varıp, ayrıca Regents Park’ta da keyif yapmanızı öneririm. Benden bu kadar. Gördüğünüzde gerçekten anlattığım kadar olduğunu anlayacağınızı biliyorum. Dilerim en kısa zamanda görüp sizler de fikirlerinizi paylaşırsınız. Şimdiden yolu Londra’ya düşen herkese iyi gezmeler diliyorum.